31 Ekim 2014 Cuma

Biraz network

Selam, 

Cisco'da "Sistem Mühendisliği" pozisyonuna başvurdum. 3 aşamadan oluşan mülakatlardan ilkini gezmek için gittiğim Amsterdam'dan yaptığım telefonla görüşmesiyle geçtim. İkinci aşama olan, bir network teknolojisini tanıttığım videoyu da izlemek istersiniz diye paylaşayım dedim. Buyrun:



Göründüğü gibi kolay değil, oldukça uğraştırıcı bir aşamaymış. 1 dakika 39 saniye süren bir video çekmek ne kadar zor olabilir diye soranlara şöyle açıklayayım: Bu videoyu bu hale getirebilmek için toplamda 2 saate yakın çekim, 4 saate yakın da editleme gerekti. Söylenecek kısımların belirlenmesi için harcadığım zamandan bahsetmiyorum bile.

Saygılar.

19 Haziran 2014 Perşembe

Gecikmeli İletişim

Dünyada çeşit çeşit insan var, bazıları çok enteresan. Gerçi enteresan da kime göre neye göre? Normal nedir, enteresan nedir, ilginç nedir? Bunlara cevap vermek yerine konuyu tartışılmayacak hale getiren "bence" kelimesini kullanmak istiyorum. Bu kelimeyi eski bir arkadaşım sık sık kullanırdı. Baktı tartışma kötüye gidiyor, "tamam abi bence bu şekilde işte!" deyip işin içinden çıkardı. Görecelik önemli. Kurnaz adamdı, severdim kendisini.

Ne diyorduk, bence bazı insanlar çok enteresan. Bu insanların ortak özellikleri beklemeleri. Neden bilmiyorum hayatlarını beklemek üzerine kuruyorlar. Bir iş yaparken acele etmiyor, hayatlarını yavaş yaşıyorlar. "Yüzüklerin Efendisi" serisini okuyanlarınız bilir, ent'ler vardır, hayatları çok uzun sürdüğünden konuşmak ya da bir iş yapmak için saatlerce düşünürler. Aceleye etmeyi hiç sevmezler. Nasıl olsa zaman bol. Bu insanlar da aynı öyle. Benim tam tersim bu insanlar. Benim zamanım değerlidir, basit işler için düşünemem. Konuşmak, ya da karşıdakiyle anlaşmak için çok zaman kaybedemem. Hızlı karar vermem gerekir, çoğu zaman yanlış karar vermeme sebep olsa da böyle yaşarım. Tercih meselesi.

Neyse bahsettiğim tipte insanlarda dikkatimi çeken şey iletişim kurma yöntemleri. Örneğin bana bir soru sorulduğunda 2 ya da 3 saniye içinde cevap vermek zorundayım diye düşünürüm. İletişim böyledir, karşılıklı mesaj gönderme, alma. Bilişim dünyasındaki iletişim protokollerinde de mantık aynıdır. Mesaj gönderilir, cevap beklenir. Cevap geldiyse iletişim başarılı olur. Önceden belirlenmiş bir süre sonunda cevap gelmezse iletişim başarısız kabul edilir ve tekrar denenir. Bu protokoller de birçok teknoloji gibi 
insanlardan esinlenmiştir.

İşte beklemeli insanlar iletişim kurarken de bekliyor. Mesela "Bu akşam taksime gidiyor muyuz?" gibi basit bir soru soruyorsun. 1 saniye, 2 saniye, 3 saniye, 4, 5, 6... Cevap yok. Hmm, mesaj karşı tarafa iletilmedi galiba? Ya da karşı tarafa anlam ifade etmeyen bir soru sordum. Yani hata yaptım? O zaman ben biraz daha soru sorayım, anlaşana kadar devam ederim. "Hani akşam Arsen Lüpen'e gideriz diye konuşmuştuk ya. Gidiyoruz değil mi?" 1, 2, 3, 4... Herhalde bu da yanlış oldu, biz böyle bir şey konuşmamış mıydık acaba? 5, 6, 7, 8... Sonunda cevap gelir: "Gidelim ama biraz geç gelebilirim." Bravo!

Sonra bunu biraz düşündüm. Sebebi ne olabilir? Bu insanlar neden böyle davranıyor? Aklıma gelen ilk sebep şu: Bekliyorsun, karşı tarafı düşünceye sevk ediyorsun. Soruyu soran emin değilse geri adım atma ihtimali var. Bu seni soruyu cevaplama yükünden kurtaracak. Ağzını yormamış olacaksın. Büyük kazanım! İkinci sebep: Kendine düşünmek için zaman tanıyorsun, seçenekleri tartıyorsun. Tamam, düşünmek isteyebilirsin ama bunu bana da söylesen de iletişim kurulmuş olsa daha güzel olmaz mı? "Biraz düşüneyim." desen ben de rahatlayacağım, "oh be" diyeceğim, "iletişim başarılı, anlaşıldım!" Geçtik. Üçüncü sebep, kalabalık ortamlarda "cool" gözükme isteği. Tamam, bunu da ergenlik diye nitelendirelim. Son sebep: Gerçekten anlamıyor. Yani sorulan sorunun beyine gidip işlenme süresi soruyu soran tarafta zaman aşımı olarak algılanıyor. En masum sebep bu oldu. Yazık.

Etrafımdaki insanların hangi sebepten bu şekilde davrandığını anlayamadım ama yapmasalar daha iyi tabi. Neden mi? Bu sabah, evi derleyip toparlamak için gelen Sinem ablaya sorduğum basit sorudan sonra kendimi 5 soru daha sorarken buldum. Çok mu tez canlıyım? Belki insanlar beklemese ben de bu kadar tez canlı gözükmeyeceğim. Sonuçta her şey göreceli ama zaman değerli arkadaşlar, yaşlanıyoruz.

Hızlı iletişim dileklerimle.

17 Haziran 2014 Salı

Oto-yargı

Eski sevgilisiyle konuşmak isteyip konuşamayan tanıdığım var. Arkadaş olarak yani. Sebebini sorunca "bilmiyorum, konuşmamayı tercih ediyor" diyor. Aynı kişi başka bir eski sevgilisiyle de aynı durumda. Bir üçüncüsüyle de...

Şimdi sen konuşmak istiyorsun ama demek ki bu insanların seninle konuşmamasını sağlayacak bir şeyler yapıyorsun. Bu durumda ya bilinçaltında aslında konuşmak istemiyorsun ve bunu bir şekilde karşıya yansıtıyorsun, ya da ilişkinin bir yerinde karşındakine ne olacağını düşünmeden hareket ediyorsun. Yani yaptığın bir şeyler seninle konuşulmamasına sebep oluyor. Bunu bir düşünmek lazım.

Buna benzer bir düşünceye "One Love"da kapıldım. Görüşmek istemediğim bir sürü insan varmış meğersem, hepsini festivalde gördüm. Çok şanslıyımdır bu konularda. Neyse dedim ben ne kadar leş bir insanmışım ya, insanlarla kötü ilişkisi olup arkadaşlarını darlayan tiplerdenmişim haberim yok. Sonra ufak bir değerlendirme sonucu şu kanıya vardım: Görüşmediğim insanlara en ufak bir zararım olmadı ki benim. Hatta zararım olmasın diye de hep kendimden taviz verdim. Zaten görüşmememin sebebi de daha fazla zarar görmek istememem. Bu da beni çok iyi bir insan statüsüne getiriyor. Bu gün de kendimi rahatlattığıma göre yazıyı bitirebilirim.

Sevgiler.

16 Haziran 2014 Pazartesi

Ufak tercihler

Mesela arkadaşınla epeydir görüşmedin, öyle bir arayıp sesini duymak istiyorsun. Aradın, naber, nasıl gidiyor gibi ufak güncellemelerden sonra "bu akşam işin var mı" sorusu geliyor. İşin yok ama evde yatmak istiyorsun, yorgunsun, ama arkadaşınla görüşmek de güzel olabilir. Bilemedin. Bu soruya pat diye cevap veren insanlara da hep imrenmişimdir. Bence hayat baya kararsızlıklar üzerine kurulmuş bir yapı.

Neyse bu tip kararlarda seçenekler dışarısı ya da ev olursa her zaman dışarıyı seç. Ev hep var nasıl olsa, dışarıdaki muhabbet hep yok. Bir de evde oturan insan hep yaşlanır. Yaşlı insanlar da hep evde oturur tabi ama bu mecburiyet de olabilir. Demek istediğim yaşlanınca, ki yaşlanıyoruz, istediğimiz her şeyi yapamayacağız. Yaşlanınca yapamayacağın ne varsa onu tercih et.

Bu yazıyı 40 sene sonra okurken ağlar mıyım acaba?

15 Haziran 2014 Pazar

İsmet Atakanı

Uyandık, ailece kahvaltımızı yaptık, hava acaip güneşli, babam kuşlar ötsün diye kuş sesleri çıkartıyor, kuşlar cevap veriyor. Adadayız.

"Adadayız" denince aile olarak tek bir ada düşünürüz: Paşalimanı Adası. Tebrik ederim, bu adayı duyan sayılı elit insan arasına girdiniz. Ada Marmara Denizi'nin güneyinde, Erdek, Avşa ve Marmara Adası'nın ortasında kalıyor. Zamanında dedem adaya yazlık yapmış. Gerçi ailece yapmışlar demek lazım. Babam 15 yaşında falanmış, taş, kum taşımak, duvar örmek gibi her tür amelelik işlerini yapmışlar. Halam, amcam, babam ve köyden gelen ustalar. Dedem sert adam, yiyorsa yapmasınlar.

Ev denizden 20 metre kadar yüksekte, sahilden 50 metre yürüme mesafesinde yapılmış. Sahil dediğim de; kayıkhane, iskele ve iskelenin sağ tarafından denize girdiğimiz, biraz çakıl biraz kumdan oluşan "Atakanı Plajı"ndan ibaret. Ev ise iki dönümlük eğimli bir arsanın ortasındaki 3 katlı geniş yapı. Çatısı üçgen ve kırmızı. Çocukların kolay çizebileceği tipte yani. Evin tasarımını babamla babaannem yapmış. Bu yüzden olsa gerek ki evin üçte biri mutfak, epeyce büyük de bir balkon var.

İşte bu balkondayız, 15 yaşında falanım. Dedem de balkondaki sandalyesine oturmuş, evlatları ve torunlarıyla çok mutlu. Her gün olan mücadele başlıyor, Melis babamlar kahve içmeden denize gitmek istiyor, bizimkiler de kahvaltı sonrası manzarayla kahvenin peşinde. Piyango yine bana çıkıyor ve Melis'le denize gitme görevi benim. Yuppi.

Alt katta Melis'le eşyaları toparlıyoruz, aşağıya iniyoruz, denize. Çok geçmeden de babamla annem geliyor. Deniz muhabbeti...

Bir süre sonra evden bağırışma sesi geliyor. Önce anlamıyorum, sonra babamın koşmaya başlamasıyla ses de netleşiyor. "Can koş!" diyor babaannem, "babana bir şey oldu." Eve koşuyorum, babam o kadar kötü durumda ki anlam veremiyorum, "gitti dağ gibi adam" diyor, dedeme bakıyor, "baba nolur bir şey söyle diyor." Elinde telefon bir yerleri aramaya çalışıyor. Dedemin yüzünde ifade yok, uyuşturulmuş gibi. Telefon çekmiyor, babam mantıklı karar verebilecek durumda değil, babamı ilk defa bu halde görüyorum. Hala neler olduğunu anlamaya çalışıyorum. Sonra biri köye koş jandarmayı çağır diyor. Çıkıp koşmaya başlıyorum.

Evden köye olan mesafe yaklaşık bir buçuk kilometre. Bütün gücümle koşuyorum, ayağımda terlikler var, kafamda sorular. Yolun ne kadar sürdüğü hakkında hiçbir fikrim yok. Jandarmaya giriyorum, yardım istiyorum. Sonrası biraz kopuk, eve geliyorum, askerler dedemi taşıyor. Babam, babaannem gidiyor. Beklemek kalıyor.

Dedem 50 yaşlarında felç geçirmiş. Sebebi, iş yerindeki bir cihaza zarar gelmesin diye anlık aşırı efor sarf etmesi. Gazeteciydi dedem, ünvanını hatırlamıyorum ama gazete sahibinden daha çok sözü geçen bir adam olduğunu, gazete çıkmadan önce bütün sayfalarının bütün satırlarının bütün kelimelerini okuduğunu, Türkiye'de toplamda 3 kişiye verilen altın gazeteci kartına sahip olduğunu biliyorum. Sırf ben sevdiğim için 75 yaşında, ben 10 yaşındayken bu kartla Efes antremanına girip Mirsad Türkcan'la el sıkıştığımızı hatırlıyorum. İstediğim her yere girerim demişti bana. ÇOK büyük adamdı dedem.

Bahsettiğim felç beyninde hasar bırakmış. Beyninde biriken su da o günkü olaya sebep olmuş. Bundan birkaç sene sonra beynindeki sorundan dolayı 8 Haziran'da dedemi kaybettik. ÖSS'ye girdiğim sene.

Gece rüyamda dedemi gördüm, rahatsızdı, köyden eve kadar sırtımda taşıdım. Yolda durduk, dinlendik, "iyi misin dede" dedim, "şimdi iyiyim oğlum" dedi. Şu an burada benimle birlikte olması için hayatım boyunca sırtımda taşıyabilirdim. Dedem çok büyük adamdı...

Babalar gününüz kutlu olsun.

13 Haziran 2014 Cuma

Hachikō

Nedir efendim bu kelimenin anlamı? Şöyle ki; "hachi" japoncada sekiz demekmiş, "kō" ise sevgi anlamına gelen bir ek olarak kullanılıyor, yani sekizinci sevgi gibi bir şey, doğru anladım mı bilmiyorum. Kelimenin temsil ettiği değerler ise bambaşka. Biraz hikaye,

Zamanında bu kelime özel isim olarak kullanılmış, tahmin edebileceğiniz gibi Japon bir adamın, 1923 yılında doğan köpeğinin ismiymiş. Adam Tokyo Üniversitesi tarım departmanında profesör, her gün işe gidip geliyor. Hikayemizin baş kahramanı olan Hachikō ise bizim profesörü her gün iş çıkışında, eve dönerken indiği tren istasyonunda, tam da trenin geldiği saatlerde beklemesiyle ünlenmiş. Her gün, tam da adamın döndüğü saatte! Profesör trenden iner, birlikte mutlu mesut evlerine yürürlermiş. Çok iyi. Neyse bu olay bir yıl boyunca devam etmiş, ta ki 1925 yılında profesörümüz beyin kanaması geçirip hayata gözlerini kapayıncaya kadar. Hachikō beklemiş, profesör gelmemiş... Hachikō beklemiş, profesör gelmemiş...

Enteresan kısmı, profesör öldükten sonra Hachikō rutine devam etmiş. Her gün trenin geldiği saatte, dokuz yıl boyunca! Belki profesör döner diye. Tren istasyonunun müdavimleri başlarda köpeği kovalamışlar falan, sonra bakmışlar köpek sahibini bekliyor, saatleri var falan filan, ünlü olmuş. Bir yerden sonra beklerken insanlar yemek getirmiş, rahat ettirmişler. Hachikō beklemiş... Üzücü, dokunaklı, içten...

Bu nasıl bir bağlılıktır? Hangi insan birini kaybettikten sonra 9 yıl bekler? Kim karşılık beklemeden bu kadar sevgi besler? Kim besler bilmiyorum ama belli ki ben besleyemiyorum. Kimsenin de besleyebileceğini düşünmüyorum. Kabul etmek lazım insanlar olarak oldukça benciliz. Kendi çıkarımız yoksa kılımızı kıpırdatmayız. Birine iyilik yapıyorsak kendimizi iyi bir insan olarak görmek ya da göstermek istediğimiz için yapıyoruz. Anamızı babamızı çok sevmemizin sebebi de onlara olan manevi ihtiyacımız diye düşünüyorum. Arkadaşlarımızı çok seviyorsak onların arkadaşlığına ihtiyacımız olduğu için. Bunu kabul ettikten sonra en azından kendimizi daha fazla kandırmayız diye düşünüyorum. Dediklerimi bir düşünün. İnsanı bir nevi hafifletiyor. Denemesi bedava.

Neyse, dokuz yıl sonra rutinin bitmesinin sebebini siz tahmin edin. 1935'te Hachikō midesinde 4 tahta çöp şişle sokağın birinde ölü bulunmuş. Bu şişler midesine zarar vermemişmiş, ölümü kanserden olmuş. Tabi bunlar insanların verdiği bilgiler. Kahrından kanser mi olmuş artık bilmiyorum. Büyük ihtimalle bir süre sonra insanlar ilgisini kaybetti, bizimki de aç kalmamak için ne bulduysa yedi...

Muhtemelen çok bilinen bir olaydır ama bana oldukça dokundu. Zaten köpeğimi çok özlemişken bu eski haberi okumam da iyi oldu. Buradan köpeğim Atom'a sevgilerimi yolluyorum, bir ay sonra görüşmek üzere.

15 Ağustos 2013 Perşembe

Refreshment

Uzun süredir elektronik alet almayınca insan paslanmış hissediyor. Yeni edinilen ssd ve bir çift speaker adeta insanı hayata bağlıyor. Eve nasıl çabucak gitsem de kurcalamaya başlasam diye içim içime sığmıyor. İş yerinde biraz denemedim değil tabi ama ev rahatı olmuyor (özellikle speakerda). Şimdilik masama gözümün önüne koydum ki baktıkça sevindirik olayım.

Bir de bazı insanlar yeni bir eşya almadan önce 2 ay falan araştırır da en mükemmelini bulup alır ya, ben hiç öyle biri olamadım. Hep olmak istedim ama olmadı. Fazla sabırsızım. Başıma ne geldiyse tezcanlılıktan geldi hala akıllanmadım. Öyle olabilen insanları da tebrik ediyorum. Hepinizi öpüyorum.